17 Aralık 2010 Cuma

Çökme Kat

Ben bir binayım yıkık dökük.. İçinde kalbi fakir insanlar barındıran. Yıkılmak üzereyim üzerimdeki boş insanların ağırlıklarından. Sağa sola devrilebilsem keşke, sağlam binalara tutunma umuduyla. Nedense hep kendi içime çökme korkum var. Yavaş yavaş yaklaşıyorum yerin en dibine. Sağlam kurulmamış temellerin acısını çekiyorum her metrekaremde. Duvarlarım, yamanmaya çalışılmış matkap izleriyle dolu. Dışarıdan bakılınca efsanevi bir şatoyu andırıyorum. Kimse bilmez ki içimde olup bitenleri, insanların hikayelerini..Yavaş yavaş yaklaşıyorum sona. Bir titreme alıyor duvarlarımı.. Her yerim taş yığınıyken tek bir yerim yumuşacık kalmış. Sonunda oraya da çimentoyu döküveriyorlar. Semsert kesiliyor kalbim. Yine sesimi çıkaramayıp gece yarıları dalıyorum deriin uykuma..

                                                                                                                 (2009)

11 Aralık 2010 Cumartesi

uzakl... ya da neyse.

Unutmaktı biraz istediğim,
Zarfa koyup mektuplarımı vedalaşmaktı özlediklerimle
Ardında bir şey bırakmamanın verdiği özgürlüktü biraz
Kimi zaman sığınaktı,
Limandı hatıralarım.
Ağlamalarım yağmurumdu,
Şemsiyemdi bu kaçıp gitmelerim
Mutluluğumdu tek yönlü biletlerim
Aslında ben,
Kısacık şiirimde o akrostişi istemiştim.

5 Aralık 2010 Pazar

Mutsuzluğa Teşekkür.

Mutsuzluğa korkunç bir şeymiş gibi bakan insanlara şaşırıyorum. Mutsuzluk sadece üzülmenin, yeri gelince ağlamanın, sürekli oflayıp poflamanın ortak çalışmasının bir ürünü müdür? Ya da mutluluk içinin pır pır etmesi, insanın normalde sinirleneceği şeylere bile gülüp geçebilmesi ya da bağıra bağıra şarkı söyleme isteği midir? Kısacası mutluluk şakşakşak, mutsuzluk tü kaka mıdır? Siz buna cevap veredurun ben ben biraz bu tezi çürüteyim.

İnsan mutlu olunca ayrıntıları unutur. Sadece yüzünde şapşal bir gülüş vardır ve bu gülüş genç kalabilmenin formülüdür ama bir yandan da insanı cocuk yapar, olgulaştırmaz. Acıysa insanı kavurur, pişirir, belini büker çünkü ağırdır. Ben nedense herkes gibi mutluluğa sevinemiyorum. Çünkü mutluluğun gerçek ve kalıcı olup olmadığını o gidene kadar anlayamazsın. Ne zaman ona el sallarsın o zaman oturup düşünürsün nasıldı bu "mutluluk" süreci diye. Aklın bir karış aşağıya iner o zaman. Önce gerçek miydi diye sorarsın kendine, ya da ne kadar gerçekti? Kalıcı mıydı diye sormazsın, çünkü cevabını vermiştir çoktan sana. Yine yüreğin pır pır çarpıyordur ama bu nasıldır bir düşün. Yüksekten düşerken nasıl nabzın hızlanır aynı böyle bir çarpıştır, çırpınıştır bu da. Çünkü yere çakılacağını bilirsin. İşte ben mutluluklarımı bu korkuda bu lezzette yaşıyorum, böylece mutluluğu sadece yaşamış olmuyorum, onu hissediyorum da. Gittiğinde o kadar üzülmüyorum, geldiğinde de pek sevinmiyorum.

Acıyı da bu farkındalıkla yaşıyorum. Geldiğinde sabırla gideceği günü bekleyebiliyorum, gittiğinde bana tekrar "merhaba" diyebileceğini de biliyorum. Bir şeylerin farkında olmak. Asıl güzel olan duygu da bu. Farkındalık, hazırlıklı olmak, güçlü olmak demektir. Aklın karış karış gezmiyor, olması gerektiği yerdedir demektir. Çünkü acı insanı bilinçli kılar ve sabretmeyi öğretir, olgunlaştırır. Onun sayesinde yoğun hislerle yaşadığın için çevreye karşı daha duyarlı hale gelirsin. Yani acı çekmek yaşam belirtisidir, çünkü mutluluk uyuşturur. Tahammül gücün azalsa da gerçek gücünü keşfedersin. Diyorum ya sinyallerin açıktır, artık gerçek "sen"i bulmaya başlayabilirsin. Yaşadığının böylece farkına varabilirsin. Mutsuzluğa sevinmelisin çünkü karakterin, yaşam tarzın, hatta en ufak bir aksiliğe bile vereceğin tepki buna göre şekillenir.

Düz mantıkla düşünürsek sinirliyken en ufak bir şey insanı rahatsız eder değil mi? Halbuki gerçek acıyı tattıysan sahip olduğun en ufak şeyin aslında senin için ne kadar önemli olduğunu bilirsin ve sahip olduklarına minnetin artar. Çünkü artık olgunlaşmışsındır. "Eller havada hoppaaa" şeklinde bir hayatın yoktur. Yeri geldiğinde eğlenmesini yeri geldiğindeyse oturup sahip oldukların için şükretmesini de bilirsin.

O nedenle hayat karşına mutsuzluklar sunuyorsa sevin; sana olgunlaşma,şükretme ve sabretme fırsatı verdiği için ona bir kez daha teşekkür et. Çünkü teşekkür ettikçe gerçek mutluluğa yaklaştığını hissedeceksin ve "acaba gerçek miydi?" sorusunu başkalarına hediye etmiş olacaksın.

2 Aralık 2010 Perşembe

Hazır Çorba

Kendimi zaman zaman hazır çorba gibi hissediyorum. Kolay yapılıp, sofraya koyulabilen, zor zamanların kurtarıcısı. Fakat ev yemeği var ya o daha sağlıklı, hem de paramız cebimizde kalır mantığıyla az tercih edilen. Yemek yapmaya üşenildiğinde bütün o burnu havadalıklara rağmen zor zamanlarda paşa paşa alınıp 10dk da pişirilip, ertesi gün yine ev yemeği yenileceğini bile bile afiyetle yenmesine izin veren cinsten. Ev yemeği daha lezzetlidir, eğlencesi boldur çünkü. Ama hazır çorba 10dk da hazır görünse de öncesinde işlenmiştir, pişirilmiştir, yaraları kurutulup paketlenmiştir, raflara dizilmiştir. Dizilmiştir ki biri gelsin tekrardan kuruyan yaralarını pişirsin diye.

Belki Bi' Gün Lazım Olur, Bulunsun.

Bir zamanlar mütevazi bir arabanın içinde arabayı yavaş ve temkinli kullanan şoförle onun çok sevdiği yolcuları vardı. Yolda sakin sakin ilerlerken bir anda yolcular şoför arabayı yavaş kullanıyor diye isyan etti ve aniden kapıyı açıp onu arabadan attılar. Şoför yolda yuvarlanıp yaralanırken, araba da yoldan çıkıp bariyerlere girmişti. Artık ne şoförden ne de arabadan hayır gelirdi. Ama şoför arabayı yavaş kullandığı için kimse pek fazla hasar görmemişti. Ama ne var ki şoför yayan kalmıştı. Öbür yolcular da kendilerine başka bir araba bulup, birkaç ekstra yolcu ve ne yaptığını bilmez bir başka şoförle son hızda diğer arabalara makas ata ata ilerlerliyordu. Şoföre düşen görevse sadece el sallamaktı..