5 Şubat 2014 Çarşamba

Muhabbet Şarabı Eşliğinde Dans

İlahî aşk mensublarından Yahya b. Muaz, Bayezid-i Bistami’ye şöyle der: 
“Muhabbet kadehinden o kadar içtim ki, sonunda mestoldum.” 
Bayezid, şu anlamlı cevabı verir: 
“Muhabbet şarabını kase kase içtim. Lakin ne şarap bitti, ne de benim hararetim geçti.”

       Hayatımın en kritik ama en yaşamaya değer ve unutulmaz anları aslında bu muhabbet üzerine kurulu. Seneler önce tatmış olduğum, ama sarhoşluğunun etkisini çabuk yitirdiğim o lezzetli şaraptan son zamanlarda yeniden tatmaya başladım. Bu duygu, doğduğun diyardan ayrı kaldıktan uzun bir süre sonra tekrar oraya geri dönüp, o eski kokuları, dokunuşları tekrardan hissetmek gibi. Kapısından bir kere geçip gittikten sonra bir daha geri gelemeyeceğini düşünürken kendini o kapının eşiğinde buluvermenin yaşattığı mutluluk ve heyecanı daha iyi tanımlamak isterdim ama bunun için 29 harften ve 10 parmaktan fazlası gerekiyor sanırım. 

       Ömrüm boyunca bu duyguyu doğrusunca yazıya dökemedim zaten. Bu da onu daha gizemli ve daha bana ait kılıyor aslında. Yazıya dökemediğim an diyorum ki bak işte bu "gerçek". Bir şeyin bize yaşamak üzere adeta ödev olarak verilen şu hayatın dışına çıkarak, yani gerçeğe ulaşarak tekrar benliğimize geri dönmesi kolay kolay başarabileceğimiz bir şey olmuyor çoğunlukla. Hele de bunu 2. kez tatma ihtimalinizi düşününce isminden anlaşılacağı gibi huzur vermesi gereken o "huzur" sizi aklınızı kaçırtacak derece bir rahatlığa sevkedebiliyor. O an yaşam dediğimiz bir rüyadan uyandığınızı ve gerçek lezzetlerle, gerçek duygularla ve gerçekliğinden şüphe etmediğiniz, nadir bulunan, özü özünüzle buluşan insanlarla tanıştığınızı farkediyorsunuz. Öyle bir an geliyor ki yaşadığınızı sandığınız dünyadakilerin aksine muhabbet şarabından içmiş bu insanların sizi bırakıp gitmeyeceğinden bir an bile şüphe duymamaya başlıyorsunuz.

       Tesla'nın mucidi olduğu, radyo dediğimiz aletin çalışma mantığını düşünün; radyo yayınını dinlemek istediğiniz kanalla aynı frekansı tutturduğunuzda o kanalı dinleyebiliyorsunuz. Gerçek aşk da aslında aynı frekansı tutturabilme olayı. Bu uyum için özel bir çaba sarfetmenize bile gerek yok. Karşı tarafın frekansının özüne inebildiğiniz sürece o gerçek aşk kulağınıza, gözlerinize, gönlünüze, ruhunuza, bedeninize, teninize, rüzgarda uçuşan saçlarınıza ve özellikle de yüreğinize nüfuz etmeye başlıyor. Yapmanız gereken tek şey kendinizi radyoda çalan müziğin kollarına bırakmak. Ruhunuz gerçek aşkın melodileriyle beslendikçe hem kendinizi hem de varoluş amacınızı daha iyi kavramaya başlıyorsunuz.

       İşte böyle, aşk bir farkındalık yaratıyor farkında olmaya hazır bedenlere. Eğer gerçekten o melodiyi duymak istiyorsanız kendinizi tanımaktan başlayın işe. Özünüz doğru tınıları çalmaya başladıkça şarkınıza eşlik eden de o denli güzel insanlar olacaktır. İnanan, gerçek aşka inanan herkesin muhabbet şarabından tadarken en güzel şarkılar eşliğinde ahenkle dans ettiği huzurlu bir yaşam dilerim...

16 Aralık 2012 Pazar

Çok Güzel Şey

Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu


Melih Cevdet ANDAY



* Bu şiir, sırtına 2 kere vurup "iyisin iyi" diyen dost gibi adeta.

25 Kasım 2012 Pazar

İki Sahne İçin Doğdum

Şarkı eşliğinde okunması tavsiye edilir.


       Bir insanın seni tanıdığını ancak seni okuyabildiğinde anlayabiliyorsun. Böyle durumlar için hediye alışverişi, mahçup olunacak bir şeyden çıkıp içtenlikle yoğurulmuş tatlı beklentilere dönüşüyor adeta. Bu yazım da beni bu mahçubiyetten uzaklaştırıp aldıkları içten hediyelerle ve hediye paketlerini açmaya başladığım anda beni gerçekten "okuduklarını" hissettiren insanlara gelsin.

       Gözümün önünde bir sahne canlanıyor. Rakı sofrası kurulmuş, bu sofranın hakkını verebilen hoş sohbetli insanlar etrafına dizilmiş, köşedeki konsolun üzerindeki pikapta Müzeyyen Senar ezgileri... Kadehler tokuşturuluyor, eskiler anılıyor, ağlanıyor. Yine de içimizde yenilere olan bir hoşgeldin heyecanı. Bir yandan ülke kurtarılıyor, küfretmeyenler küfrünü edip kadehini kaldırıyor. Şereflere içiliyor, şerefsizler de ihmal edilmiyor. Onlar için de üzerine bol buzlu su içiliyor. Rakının üzerine su içilmesi de bundan değil midir zaten? Bir anda müzik değişir; Müzeyyen ablamız Sevmekten Kim Usanır sorusunu gönüllere sormaya başlar. Herkes aniden susar, çünkü herkesin cevabı kendinde saklıdır, aslında herkes hemfikirdir...



       İkinci sahnede ise burunlarda buram buram bir kahve kokusu hakimdir. Ünlü düşünür (!) "Çay en az 2 kişiyle, kahve ise en fazla 2 kişiyle içilir." demiştir çünkü. Bu sözü unutmamıştır "çift kişilik yalnızlık". İnce boyunlu, narin kahve fincanlarıyla bol köpüklü kahve dudaklarla buluşur. Hiç konuşulmaz bu esnada. Önceki sahnenin aksine ülke de kurtarılmaz. Kahve içerken burnun kokuyu onaylaması, damağın telveyi sahiplenmesi gerekmektedir çünkü. İnsan bu sahiplenişi kahve fincanının 2. sahibinde de görmek ister ne de olsa. O yüzden kahveler de bu duygunun hakkını verenler için pişer zaten.

       İçimdekileri okuyabildiğiniz için ne kadar teşekkür etsem azdır size. Zaafım olan bu iki sahneyi tekrardan hatırlattınız bana. Hayatın bir yerinde bu iki sahneden birinde başrol olmanız dileğiyle. Hep sevgiyle kalın.



21 Kasım 2012 Çarşamba

Lâki-n

Büyük söz söyleyenin düştüğü durumu bir de dışardan görmen lazım. O halde bir sonraki laki şerefine gelsin, 6.5 liralıktan. Ben olmayan beni bir tek sen tanıyorsun ne de olsa.

4 Kasım 2012 Pazar

Pamuk İpliği


       Her bir arkadaşlık bir sonrakinin gelişiminden sorumludur. Bir insana güvenmişsen, bir sonrakine de aynı güvenle yaklaşırsın. Aldanmışsan, şüpheye düşmüşsen, bir sonrakinde daha temkinli olursun.
       İnsanlara karşı sandığımızdan çok daha fazla sorumluyuz aslında. İlişkilerin pekişmesi küçük ve büyük birçok olay ve paylaşımın birikmesiyle oluyor çünkü. Bir insana bir bardak çay ısmarlamanız, yaptığınız küçük bir şaka, eve gidiş yolunda ayaküstü küçük sohbetler, hatta sevmediği bir hocayı size çekiştirmesi bile ilişkinizin gidişat ve seviyesinin belirleyebiliyor. Aynı zamanda en ufak bir durgunluk, saçma bir espiri, ses tonunun değişikliği de duygu değişimine sebep olan şeylerden birkaçı.
       Bu kadar basit olaylar hayatımıza yön verirken ilişkilerin nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu görmek zor olmasa gerek.
       Şöyle bir şey de var ki; bu aralar elim pamuk iplikleriyle değil de halatlarla aşınmış durumda. Ama bu sefer elimdeki bu izler ne mutlu ki acı çektirmek amacıyla değil de kalıcı izler yaratmak amacıyla yapılmış. Ve ben bunun için her gün şükrediyorum.

"İnsanlar" iyi ki varlar.

3 Temmuz 2012 Salı

Dinim Yandı

İnsanlarla konuşmaktan nefret ettiğim 2 konu var: Siyaset ve din. Zamanında dilim çok yandığı için konuşmamaya özen gösteriyorum diyelim. Zaman zaman konular kontrolden çıkınca açık açık söylüyorum bu kararımı. Ama kimi insanlar var ki bunu öğrenince adeta ağzının içine girip kafalarında o önyargıyı oluşturacak cümleyi cımbızla çekmeye çalışıyorlar senden. O saatten sonra ne ağzından çıkan her kelime kafalarında oluşan "sen" profili için kanun oluyor adeta.
Adam Mevlana'nın Mesnevi'sinden bahsediyor. Sen özetle; "okumadım, genellikle gizem ve gerilim türü okurum" içerikli bir konuşma yaptığın anda kâfir sayılabiliyorsun. Bali, toner, benzin, ambersil gibi kokuları sevdiğinden ötürü kokulara olan zaafını belli etmek için "önceki hayatımda tinerciymişim" desen, adam sana reenkarnasyona mı inanıyorsun diye soruyor.

İşte bu konumda zamanında aldığım kararla gurur duyuyorum. İnsanların inançlarını sorgulamayı kendine vazife edinen küçük beyin misketleriyle oynamak pek de eğlenceli değil. İnanış, tek başına oynaman gereken, kuralları konulmuş ve buna rağmen kurallara uymak oynayana bırakılmış bir oyun. Kendi başına kaldıkça keyif vereninden. Ta ki bir oyunbozan gelip de asabını bozana kadar...

Not: Bu yazıdan yola çıkıp da hala bazı şeylerimi sorgulayan varsa saçı dökülsün, tırnağı kırılsın, serçe parmağını sehpaya çarpsın. Amin.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Acemi Ressam

       Bazen öyle bir an geliyor ki "gülen bir yüzü hak eden milyonlarca insan varken ben niye sana gülümsemek zorundayım ki?" diye sormaktan kendimi alamıyorum. Bu sorunun cevabı birazdan yazacağım satırlarda gizlenmek yerine her karşılaşmamızda alenen ortaya çıkıyor aslında.
       Şimdi, dişlerini göstermeden gülümse. Sonra o gülümsemenin seviyesinin biraz düşür ve bakışlarını ekrandan hafifçe kaçır. Bak işte tam olarak böyleyiz. İçine sindi mi bu gülümseyiş? Dolu dolu, dişlerimi gösterip, gözlerimi kısarak gülümsemek -evet bu benim gülümseyiş tarzım- varken ben oturmuş tebessüm seviyemi ayarlamaya çalışıyorum.
       Gülümsemek, insanın kendini bildiği anda kendisi için çizdiği bir resimken, ben boya kalemlerimi çalan insana "gülümsememi çizer misin?" diye soruyorum. Acemi ressamlara bir gülümsemeyi emanet etmek, ömrüm boyunca en sık tekrarladığım hatalardan biri olunca elimde patlak tuvallerle kalakalıyorum.
       O nedenle siz siz olun kendi içtenliğinizi ve gülümseyişinizi başka ressamlara emanet etmeyin. Kendi kendinizin ressamı olmak en güzeli. Çünkü bir gülümseyişi sahibinden daha iyi bir şekilde insanlara çizebilecek başka bir ressam yoktur.